Hikayem

   Ben Yiğit Caner Aydın. Eğer hayat hikayemi, mücadelemi, yaptıklarımı sonuna kadar okuyup hayatında bir şeyleri değiştirmeye karar verirsen ya da sahip olduklarının farkına varmış olursan; sana dokunmuş olacağım. Ve hayatımın dönüm noktasında kendime vermiş olduğum sözü tutmuş olup, misyonumu da gerçekleştirmiş olacağım.

   Adımı gördüğünde, attığım okları izlediğinde, sosyal medyada paylaştığım fotoğraflara baktığında benim sadece çok azımı tanımış olursun. Sen diyorum, çünkü seninle konuşmak istiyorum ve sana dokunmak istiyorum. Şimdi buraya hikayemi uzun uzun anlatmaya geldim.

   1992 yılında babamın memuriyetindeki ilk görev yeri olan Trabzon'da dünyaya geldim. Hayatımda hatırladığım en eski görüntü; 3 yaşımdayken İstanbul'a geldiğimizde balkona koyduğumuz civcivlerin peşindeki koşuşumdu.

   Sakin, uslu ve herkesin söylediğine göre de akıllı bir çocuktum. Zaten küçük yaşlarda yaşadığım bir aydınlanma da zorluklarla mücadele etme şeklimi ortaya çıkarmıştı. Henüz daha 5 yaşlarımdayken evin içinde birden durup: "Ben düşünebiliyorum, kendi kendime konuşabiliyorum ve benim bir beynim var!" demiştim. Bu öyle bir aydınlanmaydı ki, ne zaman bir şeyi yapmaya çalıştığımda zorlansam, kendimi sıkışmış hissetsem; yaptığım işteki fiziksel gayreti bırakıp, kendime şunu derdim: "Bunu önce zihninde çöz!"

   Büyüdükçe merakım, merakım arttıkça elektronik şeylere sonra da dijital şeylere ilgim arttı. Özellikle arkadaş ve akraba çevresinde sorun çözen, daha ziyade insanların bir şeylerini tamir eden biri konumundaydım.

   Lise yıllarıma geldiğimde kodlama ve yazılım öğrenmeye başladım. Belki de sorun çözme konusunda beni en çok geliştiren şey bu oldu. Kodunu yazdığın bir internet sitesi, o siteye giren 100 kişiden 1'inin bile karşılaşacağı hataya cevap vermek zorundadır. Hayatta da karşına çıkan her şeye bir cevabın olur. İyi şeylerle karşılaştığında nasıl sevineceğini, kötü bir şeyle karşılaştığında nasıl altından kalkacağını sen planlarsın. Ve bunların bütün yanıtı sendedir.

   2010 yılında İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünü kazandım. Okulda da bilgisayar laboratuvarında çalışmaya başladım. Hayattaki hedefim belliydi. Bir teknoloji şirketi kurmak.

İstanbul Üniversitesi'nde okurken laboratuvar görevlisi olarak çekilmiş bir fotoğrafım.

   2013 yılında yazılım mühendisliği okuyan arkadaşımla, bir öğrenci sosyal ağı projesi üzerinde çalışmaya başladık. O farklı bir üniversitede okuduğu için sürekli onun okulunda buluşurduk. Onun okulunda da bambaşka bir çevreye sahip olmuştum. Hatta okulun sosyal sorumluluk projelerine katılıp dezavantajlı şehirlerde yaşayan çocuklara eğitimler bile veriyorduk.

   Bir sürü koşuşturmaca, yapmaya çalıştığım işler ve okul derken, daha 20'li yaşlarımda kendime çok fazla sorumluluk mu yüklüyorum acaba diye düşünmeye başladım. Hayatta hep keyif aldığım şeyleri yapma gayretindeydim oysa ki.

   23 Mayıs günüydü. Çalıştığımız proje için arkadaşımın yanına giderken, bindiğim Beşiktaş otobüsünün üst katında terlemeye başladım. Ve uzun zamandır üzerine düşündüğüm "monotonluk" o anda beni bunaltmaya başladı. İçimden şu cümleyi geçirdim: "Keşke bir şey olsa ve şu monotonluk bitse."

   Okulda birlikte çalışırken telefon görüşmesi için dışarı çıktım ve geri döndüğümde arkadaşım bilgisayarının başında uyuyordu. Benim oturduğum yere ise bir başkası oturmuş ve o da uyuyordu. Zaten içimdeki o sıkıntı sürekli beni bir yere taşıma gayretindeydi. Bilgisayarımı aldım ve okulun bahçesine çıktım. Bahçenin her alanı minderlerle dolu oturma yerlerine sahipti. O gün ilk kez o kadar kalabalıktı ama tek bir yer boştu. Oraya yanaştım ve yanında oturan çocuğa sordum:
-Pardon burası boş mu, oturabilir miyim?
+Tabii kardeşim boş, gel otur.

   Bacaklarımı uzatmış, bilgisayarımı kucağıma almış otururken, bir karanlık oldu. Beynimin içerisinde bir uğultu, bana doğru toplanan insanlar ve karşımda kocaman beyaz bir şey. O karanlığın içerisinde denizin sesini duyan kulaklarım ve gözümün önünden geçen bir film şeridi. İnsanların ölümü anlatırken bahsettiği o film şeridi gözlerimin önündeydi. Henüz ne olduğunu anlamamışken, hiçbir şeyin farkında bile değilken gözümün önüne bir tekerlekli sandalye geldi. Bir kaç saniye içerisinde sanki bir yolculuğa çıktım. Verdiğim mücadeleler, kaldırımlar, insanların yardım etmek isteyişi ve geri kalan ömrüm...

   Çocukluğundan sonra pek ağlamayı bilmeyen gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü ve şu cümleyi kurdum: "Kendimi çöp gibi hissediyorum."

   Başıma büyük bir stant devrilmişti. Gözlerimi açtığımda ellerim kapanmış, hareket ettiremiyordum. Göğsümden sonrasının hissini kaybetmiştim. Ama soğukkanlılığımla kendime geldim. Hayatımın geri kalanı oradaki hareketlerime bağlıydı. Kimseyi kendime yaklaştırmadım ve revirden hemşire geldi. Boyunluk taktı ve bacaklarıma dokundu. "Hissediyor musun?" diye sordu. Hayır, hissetmiyordum. Bana bunun bir şok olduğunu söyledi. Ama artık her şeyin farkındaydım.

   Ambulansa bindiğimde araç sallandıkça başımı tutmalarını söyledim. Çünkü daha fazla hasar almak istemiyordum. Bilincim açık olduğu için her şeyi kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Geldiğimiz hastanede sedyeye aldıklarında sanki üzerimden bütün sorumluluk kalktı ve kendime şunu söyledim: "Galiba artık monotonluk bitti."

   Çekilen mr'lar, tomografiler sonrasında artık tam olarak ne yaşadığım belliydi. Başıma düşen stantın ağırlığıyla 6. boyun omurum kırılmış ve kırık omuriliğime darbe vermişti. Ameliyat için başka bir hastaneye sevk edildim. Ailem, yakınlarım, arkadaşlarım oradaydı. Hepsini üzgün ve endişeli görmek kendimi kötü hissettirdi. Son gücümle kolumu kaldırdım, "Ben iyiyim, merak etmeyin!" dedim.

   Üzerime inen bir soğukluk, gelen o tatlı uyku hissi çok huzurluydu. Sanki ölüm gibi. Ama daha 21 yaşındayım. Göreceğim bir sürü ülke, yapacağım bir sürü iş hatta yanlarına gideceğim onlarca çocuk. Bu yaşta ölemem, sevdiklerimi üzemem, mücadele etmem gerek! Zaten sedyeyi taşıyan hemşire de öyle diyordu: "Sakın uyuma!"

   Artık ameliyata girme vaktim gelmişti ve o gün üzerimde en sevdiğim tişörtüm vardı. Tişörtümü kesmeye başladı. Pantolonunu da keseyim mi diye sordu. "Hayır, onu kesmene gerek yok iyileştiğimde yeniden giyeceğim." dedim.

En sevdiğim tişörtümle bir fotoğrafım.

   Gözlerimi açtığımda nefes alamıyordum. Aslında alıyordum ama solunum cihazıyla. Hayatımda hissettiğim en büyük acı. Aldığın nefesi bile kontrol edemiyorsun ve konuşamıyorsun. Kollarımı yine kaldırıp, ses çıkarmaya çalışıp, çıkarın bunu demek istiyordum. Aradan birkaç saat geçmiş ve gözlerimi yeniden açtığımda: "Çıkardınız mı, kaç saat oldu?" gibi sorular sormaya başladım. 8 saat süren bir ameliyat geçirmişim ve solunum cihazını çıkarmadan önce de birkaç saat uyutmuşlar. Neyse ki ameliyatım çok iyi geçmiş, boyun omurum vidalarla sabitlenmiş ve omurilik üzerinde artık bir baskı kalmamış.

   Boynumda boyunlukla sadece tavanı izliyordum ve yoğun bakımdaki bilinci açık tek hasta bendim. Yoğun bakımın koridorlarında onlarca insanın sesi hep kulaklarımdaydı. Hepsini göremediğim için iyi olduğumu bilsinler diye yanımdaki hemşireye şifremi verip tweet bile attırmıştım. "Herkez" yazmasa iyiymiş. :)

   Günler geçtikçe yaşadıklarımı, yaptıklarımı ve hayatın neresinde olduğumu tavanı izlemeye devam ederek sorguluyordum. Yaşadığım bu olay kesinlikle bir tesadüf değildi. Belki de üzerime bir misyon yüklenmişti. Çünkü bu hayatta herkesin bir misyonu, diğer insanlara vermesi gereken bir mesaj ve hayatta bulunma amacı vardı. O günlerden birinde kendime belki de hayatımı değiştirecek soruyu sordum:
Yaşadığım bu olaydan sonra insanlar: "Bir Yiğit vardı, çok da gençti. Bir kaza geçirdi ve şimdi hiçbir şey yapamıyor. Hayatta başımıza ne geleceği belli değil." deyip kendi sahip olduklarına şükür mü edecekler, yoksa "Bir Yiğit var, genç yaşta çok zor şeyler yaşadı ama öyle bir mücadele verdi ki neler başarıyor!"  deyip beni örnek mi alacaklar? Ben kararımı orada verdim. Kendime bir söz verdim. Bu hayatı sadece bir kez tecrübe etme şansına sahibiz. Ben öyle bir mücadele vereceğim ki insanlara ilham olacağım!
Yoğun bakımda çekilmiş bir fotoğraf.

   Öyle bir aydınlanma yaşamıştım ki bu bana güç vermeye, motivasyon olmaya başladı. Daha yoğun bakımda fizik tedaviye başladık ve sıfır hareketin olduğu parmaklarımı, bacaklarımı hareket ettirmek için inanılmaz bir mücadele veriyordum. Sanki dünyayı yerinden oynatıyordum.

   Yoğun bakımdan çıkmak için artık gün sayıyordum. Solunum yollarındaki tıkanmanın geçmesiyle 6. günün sonunda yoğun bakımdan alınarak nihayet odaya çıkarılmıştım. Benim için en büyük adımlardan birisi buydu çünkü hayatta kalma ihtimalimin ameliyattan önce %20 olduğunu öğrendim. Ben hayatta kalarak zaten büyük bir zafer kazandım.

   Adım adım zaferler kazanmaya devam ettim. önce boyunluğun çıkması, sonra boynumdaki zımbaların alınmasıyla mücadelemin hakkını verdiğimi hissettim. Hatta bir temizlik görevlisi daha önce benim gibi bir hastanın 6 ayda iyileştiğini ve yürümeye başladığını anlattı. Bense 6 ayın çok uzun olduğunu, o kadar zamanın nasıl geçeceğini sorgulamaya başlamıştım. Çünkü içimde öyle bir güç vardı ki, sanki bıraksalar koşacaktım. Ama asıl yüzleşmeler buradan sonra başladı.

Ameliyatla açılan boynumdaki zımbalar.
   Odada fizik tedavi almaya başladığımda bir fizyoterapist benimle özel konuşmak istediğini söyledi. Fizik tedavi bölümünde tedavi görmeye başlamadan önce süreci anlatmaya başladı. Geçirdiğim yaralanmanın çok yüksek bir seviye olduğunu, ölümden döndüğümü, bu yaralanmada birinin tekerlekli sandalyede oturabilmesinin bile mucize olabileceğini anlattı. Her şeye sıfırdan başlayacaksın dedi. Önce yatakta dönmeyi öğreneceksin, sonra oturmaya başlayacaksın, kendi kendine yemek yemeye başlayacaksın gibi bir sürü şey. Öyle ya vücudumu dikleştirdiğimde bile başım dönüyordu. Sanki dünyam başıma yıkıldı. Ben bir an önce yürümek hatta koşmak istiyorum, yatakta dönmek de ne demek?

   Ama umudunu kesme sen gençsin, yapabileceğini biliyoruz dedi. Günlerce bunları sorguladım. Sonra çocukluğum geldi aklıma: "Her şeyi bir kenara bırak ve düşün. Sen her şeyi zihninde çözersin." dedim. Aslında beni çok doğru bir şeyle yüzleştirdi. Hayattaki her şey adım adım gerçekleşmiyor muydu zaten?

   4 kişinin çarşafla beni taşıyarak fizik tedaviye götürdüğü ilk günlerden birinde hafif gözüm kararmış bir şekilde asansöre doğru ilerlerken, bir anda sol el işaret parmağımı hareket ettirebildiğimi fark ettim. O benim umut ışığımdı. Ve fizyoterapist haklıydı. Her şey küçük bir adımla başladı...

4 kişinin taşıyarak yerleştirdiği özel hasta koltuğu.

Daha sonra mucize denilen tekerlekli sandalyeye oturabilmeye, tek başıma hareket ettirebilmeye ve adım adım birçok şeyi gerçekleştirebilmeye başladım. Aylar boyu enfeksiyonlar, ateşlenmeler ve günde saatlerce süren fizik tedavi seansları. Tam 15 kilo verdim. Hastane evimiz olmuştu ama artık gerçek hayata dönme zamanı gelmişti.

Tekerlekli sandalyeye ilk kez oturduğum günler ve hastane koridoru.

8 ayın sonunda hastaneden çıktım ve bundan sonra hastaneden fizik tedavi merkezine gittiğim süreç başladı. Yıllarca vücuduma tek bir hareket kazandırmak, hatta sadece var olanı kaybettirmemek için bir mücadele başlamıştı. 2 yıldan fazla ev ve fizik tedavi arasında mekik dokudum. O günlerden birinde, babam birlikte eve dönerken, çalıştığı yerde bir okçuyla tanıştığını ve kendisinin milli takımda olduğunu, başarılarını anlattığını söyledi. Ve bana şu soruyu sordu:

"Senin de okçuluk yapabileceğini söyledi. Kendisiyle tanışmak ister misin?"

OKÇULUK YOLCULUĞUMU GÖR